Dünyayı Savaşa Sürükleyen Süreç
18. yy’da Fransız İhtilali ile düşünce alanında, Sanayi Devrimi ile ekonomik alanda gerçekleşen yenilikçi hareketler ve sosyal dalgalanma 19.yy’da Avrupa haritasında değişimlere yol açtı. Milliyetçilik kavramı geliştikçe çok uluslu imparatorlukların sonu gelmeye başladı, ekonomik yönden ise sanayi devrimini gerçekleştiren ülkeler hammadde ve pazar arayışına girdi.
Avrupa coğrafyasında siyasi birliğini 19. yy’ın sonuna doğru tamamlayan Almanya ve İtalya derhal Avrupa’daki ekonomik yarışa katıldı. Almanya sanayi devrimini hızla tamamlayarak hammadde-Pazar yahut diğer bir deyişle “sömürge” arayışına girdi. Almanya’nın dış siyasetinin belirleyicisi Bismark’ın sürdürdüğü dengeli Avrupa Uyumu politikası terkedildi. Bismark ülkesini “Şark Meselesi” denilen Osmanlı’nın paylaşılması rekabetinden uzak tutmaya çalışmıştı lakin II. Wilhelm ile dünya siyasetine bakışı değişen Almanya Osmanlı topraklarını bir hammadde kaynağı ve Pazar olarak görmeye başladı. Avrupa Sanayisinde İngiltere ile yarışır duruma gelen Almanya kara ordusu bakımından da oldukça güçlendi. Almanya, denizcilikte de İngilizlere ciddi tehdit oluşturmaya başladı. 20.yya girildiğinde Avrupa’nın siyasi ve stratejik manzarası İngiliz-Alman deniz silahlanma yarışının gölgesinde şekilleniyordu. Bu süreç Avrupa’yı silahlanmaya ve kutuplaşmaya itti. Bu kutuplaşmada Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu yanına çekerken İngiltere, Fransa ile yakınlaştı.
Alman İmparatoru II. Wilhelm
Osmanlı Devleti 1700’lü yıllardan itibaren duraklama ve akabinde çöküş dönemine girmişti. Avrupa’daki gelişmelere kayıtsız kalarak çağı yakalayamayan Osmanlı, savaşlardaki başarısızlık, toprak kayıpları ve bunların beraberinde getirdiği ekonomik sıkıntılar ile gücünü ve itibarını kaybetmişti. Dönemin “hasta adam”ı olarak nitelendirilen Osmanlı Devleti’nin geniş toprakları Avrupa’nın sömürge arayışındaki devletlerinin iştahını kabartıyordu.
İtalya çabuk davranıp (bölgedeki İtalyanların can güvenliğinin tehlikede olduğu bahanesi ile) 1911’de Trablusgarp’ı isteyerek Osmanlı’ya savaş açtı. Devlet karadan irtibatı olmayan bölgeye asker gönderememiş, gizlice Trablus’a geçerek halkı örgütleyen subaylar aracılığı ile İtalyanlarla mücadele etmek durumunda kalmıştı. Bu esnada Rus ve İngiliz kışkırtmaları ile Balkanlarda yeni bir savaş tehdidi doğmuştu. İki cephede birden savaşacak gücü olmayan Osmanlı, İtalya’nın isteğine boyun eğerek Afrika’daki son toprağını kaybetti.
Yunanistan, Bulgaristan, Karadağ ve Sırbistan’ın birleşerek Osmanlı’ya saldırması sonucu I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı Edirne ve Kırklareli’yi kaybetmiş, Bulgar orduları Çatalca önlerine kadar gelmişti. Balkan Devletlerinin Osmanlı’dan kopardıkları toprakların paylaşımından memnun kalmayınca aralarında çıkan II. Balkan Savaşı’nda Osmanlı Devleti bir oldu-bitti ile Edirne, Kırklareli ve Dimetoka’yı geri almıştı. Lakin içerde ve dışarda saygınlığını iyice yitiren Osmanlı’nın bu savaşlarda gösterdiği zayıflık Avrupalı devletlerin “hasta adam”a bakışını değiştirmiş, denge politikaları ile hayatta kalmaya çalışan hastanın vadesinin erdiğine karar verilmiş, Osmanlı Devletinin geniş topraklarının nasıl paylaşılacağı sorunu ortaya çıkmıştı.
Avrupalı Devletlerin Osmanlı toprakları üzerinde tasarruf planları şu şekildeydi: İngiltere, Basra Körfezi’ni, Şattülarap’ı sömürgesi Hindistan’ın bir parçası olarak görüyor, Hint yolunun güvenliği için Süveyş Kanalı ve Filistin’i istiyordu. Rusya’nın milli amacı ‘sıcak denizlere inmek’ ise ancak Boğazlara sahip olarak veya Doğu Anadolu’yu alarak İskenderun Körfezi’ne inmek yoluyla olurdu. Boğazlara sahip olma rüyası Rusya’nın bu savaşa girmesinin en büyük motivasyon kaynağı idi. Fransa’nın Lübnan, Suriye ve Adana bölgesinde gözü vardı. Almanya ‘Doğuya Doğru’ yayılma politikası ile Hint Denizine kadar ulaşmayı ve İngiltere’nin sömürge yollarına engel olmayı hayal ediyordu. Avusturya-Macaristan’ın gözü Balkanlarda idi, Balkanlardaki Slav Birliğine engel olmak ve bölgedeki Rus nüfuzunu kırmak amacındaydı. İtalya, Trablus’u ele geçirmişti, şimdi gözü Ege bölgesi ile Antalya’da idi.
İki kıtayı (Asya ve Avrupa) birbirine bağlayan, Süveyş ve Cebelitarık Boğazları ile de Atlas ve Hint Okyanusu’na bağlantısı olan Boğazlar, devrin siyasi ve ekonomik çekişmelerinin düğüm noktası idi. Stratejik değeri dolayısıyla Boğazların sömürgecilik yarışı ve sömürge yolları açısından önemi büyüktü. Coğrafi yakınlığı ve ulusal politikası ile Rusya başta tüm Avrupa Devletleri için Boğazlara ‘kimin egemen olacağı’ ( Napolyon’un deyişiyle ‘İstanbul’a sahip olan Dünya’ya sahip olur!’ ) çözülmesi gereken büyük bir sorundu. Boğazların güçlü bir devletin hakimiyeti altına girmesi, eğer bu devlet kendileri değilse, hiçbirinin işine gelmiyordu.